Güncel Yazılarım

Noktaların Gücü: Yayoi Kusama

Farklı psikopatolojilerin sanat üzerindeki etkisinden bahsetmiştik. Bugün sizinle avant garde sanatın öncülerinden sayılan Yayoi Kusama hakkında konuşmak istedim. Sahip olduğu patoloji ve öznelliği eserlerine derinlemesine yansıtan Kusama ‘Puantiyelerin Prensesi’ olarak da biliniyor. Psikotik, anksiyete, bipolar bozukluğu ve obsesif kompulsif bozukluk tanısı alan Yayoi Kusama’yı ve eserlerini gelin birlikte tanıyalım.

Çocukluk Dönemi ve Takıntıları 

Kusama, sevgisiz ve istenmeyen bir evliliğin meyvesi olarak dünyaya gelir. Babası, annesinin varlıklı soyadını almak için onunla evlenmiş olduğundan, zamanının büyük bir kısmını evden uzakta başka kadınlarla geçirir. Bununla birlikte, soğuk, uzak ve öfkeli bir kadın olan annesini fiziksel istismara maruz bırakır. Tüm bu ev ortamında büyüyen Kusama, annesini ‘soğuk ve sevgisiz’ bir kadın olarak tanımlar. Annesi, babasının sadakatsizliği karşısında Kusama’yı babasını izlemesi için görevlendirir. Kusama daha küçük bir kız çocuğuyken babasını izlemeye başlar. Çoğu zaman babasını, annesini aldatırken ve başka kadınlarla seks yaparken görür. Üstelik, babası eve geldiğinde Kusama’yı da cinsel olarak istismar eder. Tüm bu süreçte Kusama, cinsellikten ve erkek simgesinden uzaklaşır. Verdiği röportajlarda erkeklik ve erkek simgesine dair her şeyin onu tiksindirdiğini söyler.

Kendisiyle yapılan söyleşilerde cinsellikten çok korktuğunu ve en büyük takıntısının cinsellik olduğunu söylemiştir. Eserlerine baktığımızda da erkek cinsel organ simgesini görürüz. Çoğunlukla, cinselliğini yitirmiş olarak nitelendirdiği sayısız erkek penisini bir odaya doldurur. Tam da burada, avant garde’in önümüze getirdiği gerçeklik ilkesinden koparak özgürleşmeyi görürüz. Bana kalırsa,  cinselliğini yitirmiş sayısız erkek penisi ona özgür bir hayatın mümkün olduğunu da göstermekteydi.

Halüsinasyonları

Kusama, halüsinasyonlarından birini şu şekilde tarif eder;  ‘Bir gün masadaki masa örtüsünün kırmızı çiçek desenlerine baktım ve yukarı baktığımda tavanı, pencereleri ve duvarları kaplayan aynı deseni gördüm ve sonunda tüm odada beden ve evren vardı. Kendimi yok etmeye başlamışım gibi hissettim, sonsuz zamanın sonsuzluğunda ve uzayın mutlaklığı içinde dönüp, hiçbir şeye indirgenemedim.’ Kusama, kendinin ve benliğinin o sonsuzluğun içinde yok olduğunu söyler. İlerleyen yıllarda, kendi gerçekliğini yansıtan bu noktalar onun takıntısı(obsesyonu) haline gelecektir. Kusama, kendisiyle konuşan halüsinasyonlar arasında bu noktaların olduğunu da belirtir. Noktaların var olduğu eserlerini incelediğimizde, noktalar arasında kaybolduğunuzu hissedersiniz. Mekandaki sonsuzluk benliği yok etmektedir.

Eserleri bize ne anlatıyor?

Kusama, sanatına başlama anını verdiği röportajda ‘Doktoruma resim yapmayı seviyorum dedim. O da bu iyi bir şey dedi.’ şeklinde açıklar. Zaman içerisinde bu takıntısı onu ‘Praemium Imperiale’ ödülünün verildiği ilk kadın sanatçı yapacaktır. Akıllara kazınan en önemli sözlerinden biri, içinde bulunduğu psikolojik ruh halini bize açıkça anlatır; ‘Kendini unut. Sonsuzluk ile bir ol. Çevrenin bir parçası ol.’

Kusama’nın en önemli eserlerinden ‘Obliteration Room’ ve ‘Infinity Mirrored Room- The Souls of Millions of Light Years Away’e baktığımızda sonsuz nokta simgesini yeniden görürüz. Bu odaya girdiğimizde, kendi benliğimizin ve imajımızın sonsuza kadar yok olduğunu görürüz. Kusama, kendisinin içinde bulunduğu eserlerde de sonsuzluğun içerisinde bir nokta olarak kendini kaybettiğini söyler.

Kusama, kendiliğinden obliterasyon hissini deneyimleyebilmemiz için nokta ortamları yaratır. Odalara ‘Sonsuzluk Odaları’ adını verir ve yüzlerce parıldayan renkli LED ışığını aynalı odalara yerleştirerek sonsuzluk hissini yaratır. Karanlık odadaki ışıkların pinpınarları, aynalarda sonsuz bir şekilde yansıtılır, bu da sizi, görünüşte sonsuz bir alanda olduğunuzu hissettirir. Noktalar sizi içine çeker ve sonsuzluğa götürür…

Kusama ve Eserleri

Kusama kendi eserlerini ve nokta simgesini şöyle yorumlar; ‘Benim hayatım yük olan o milyonlarca partikülün içinde bir noktaydı.’

Referanslar: 

https://www.theartstory.org/artist-kusama-yayoi-artworks.htm#pnt_8

http://yayoi-kusama.jp

https://courtauld.pure.elsevier.com/en/publications/im-here-but-nothing-kusamas-environments

Uygarlık ve Dil

‘Kavga etmek yerine küfür etmeyi seçen ilk insan uygarlığın kurucusuydu.’ Sözü ve ‘Dilin İşlevi’ Kuramı

Modern psikoterapilerden önce dilin gerektiği değeri alamadığını düşünüyorum. Freud ve Breur yaptıkları çalışmaların ardından, psikolojik rahatsızlıkların buzlu küvetler veya işkence ile değil hastayı konuşturarak çözülebileceğini keşfetmişlerdir. Dilin gücü ilk olarak modern psikoterapilerin gücünün keşfedilmesiyle karşımıza çıkmıştır. Belki de bu denli önemsenmiştir.

Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu eserinde de dediği gibi ‘İlişkilerin getirdiği acılardan sıyrılmak için kendi isteğimizle inzivaya çekilip diğer insanlardan uzaklaşmak en kolay çözüm sanki.’. Modern psikoterapilerin keşfinden önce bir çok insan böyle yapmıyor muydu? Bu keşfin ardından dil, analist ve hastanın arasında bir araç rolüne bürünmüştür.

Freud terapötik ilişkideki dilin, aslında sorunları çözebileceğini farketmiştir. Dil, bilinçdışını bilince sürükleyen önemli bir silah belki de bir el haline gelmiştir. Freud’un histeri üzerine yaptığı çalışmalarda da konuşmanın ve dilin öneminin özgürleştirici etkisinden bahsettiğini biliyoruz. Tam da burada Freud’dan sonra Lacan dilin etkisini daha da önemli bir konuma taşır. Lacan’a göre ‘Bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır.’ Dil bir göstergeler sistemidir. ‘Dildeki sözcükler anlamlarını temsil ettikleri nesnelerden değil, birbirleriyle olan, sözcüklerin birbirleriyle olan ilişkilerinden türetirler. ‘ Daha derin baktığımızda, dil ile dünya arasında bir tür paralellik, bir tür koşutluk ilişkisi bulunduğunu görürüz. Bilinçdışı işleyiş tam da metafor ve metonimi kurallarıyla gerçekleşmektedir. Psikoloji ve psikiyatri alanında dilin öneminin keşfedilmesinin öncesinde, Psikanalizde sıkça karşılaştığımız metafor ve metonimiler yine hayatımızda mıydı? 13. Yüzyıldan sonra özellikle Türk Şiirinde Divan Edebiyatı ve sonrasında karşımıza sıkça çıkan istiare kavramından bahsetmek yerinde olacaktır. Türk şiirlerine baktığımızda, dil kişinin libidinal yatırım yaptığı nesneyi anlatmakta kullandığı usta bir araçtır. Yalnız klinik tabloda değil, özellikle Divan, Halk, Batı Edebiyatından etkilenmiş Türk Edebiyatında da bu derinliği farkederiz. Yahya Kemal’in Teraki Şiiri’nin ‘Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde’ dizesinde bahsettiği, sevgilinin dudaklarının kanlı bir güle benzetilmesi veya ‘Elli yıl geçtiği günlerde büyük mucizeden’ dizesinde bahsettiği, İstanbul’un fethinin bir mucizeye benzetmesi bilinçdışının -bilinçdışı bir şekilde- dil gibi yapılandığına örnek gösterilebilir. Bana kalırsa, Yahya Kemal’in kendi bilinçdışını yansıtırken dili bir araç olarak kullanışı yalnızca şairliğinin ustalığından değil dilin ve bilinçdışının birbirini tamamlayıcılığındandır.

Freud’un ‘Kavga etmek yerine küfür etmeyi seçen ilk insan uygarlığın kurucusuydu.’ sözüne baktığımızda, Freud’un id-ego- superego üçlemesine göre yorumlamak istersek, uygarlaşmış toplumlarda dilin kullanımı, egonun denge sağlamasına büyük ölçüde yardım sağlamıştır diyebiliriz. Burada kavga etmek yerine dili kullanmak gücün id ve superegodan soyutlanarak egoya teslim olmasıdır. Freud’a göre, uygarlık tam da bu ego seçiminden sonra oluşmaktadır. Dil çerçevesinde baktığımızda ise, öznenin kavga edenden küfür edene dönüştüğünü görüyoruz. Kişi, küfür eden yani dili kullanan bir özneye geçtiğinde uygardır. Çünkü özne tek başına eksiktir. Özne ne birey, ne kişi ne de ‘ben’ dir. Dil, öfkenin yerine geçene kadar sistemin düzenleyici biri haline gelir. Freud’un bu alıntısında, dil hareket –kavga- tarafından tetiklenmiş bilinçdışı öznedir. Dil burada öznenin kendisi, gerçeklik ve ötekilerle ilişkisini düzenler. Aynı zamanda dil burada toplumsallığı, kültürü ve bunları ifade eden yasakları taşır. Dolayısıyla dil ve simgesel düzen aracılığı ile topluma dahil olan insan daha bebekken, farkında olmadan bu düzen (simgeler) tarafından biçimlendirilecek ve onun yargılarını benimseyecektir. Burada uygarlığı bulan ilk kişi kavga etmek yerine dili seçerek bu düzenin içerisine bir adım atmış olur.

Lacan’ın da dediği gibi, İmgesel evrede oluşmakta olan ben’in, içinde ‘ben’ diterek özneleşebileceği dilsel, gramatik ve kültürel yapıdır Simgesel. Simgesel kendi başına anlam taşımayan, gelişigüzel işaretler olan, ancak birbirleriyle ilişkileri içinde anlam denilen şeyi oluşturan gösterenlerin, dilsel/kültürel kapalı düzenini tanımlamakta kullanır.